05 October 2008

Londra'da Aşkımla Ben...

Hani içinden geçenleri, gördüklerini, edinimlerini, hissettiklerini somutlaştırma eylemi, hani şu aylardır tek çizik atılmayan zavallı blogumdakilere benzer şeyler... "Yazsana, yeniden yaz, bak çocuğum sen ne güzel yazıyordun; pek keyifliydi yazıların özledik" ve benzeri "yaz" baskıları arttı. Üstelik Paris senin, Londra benim gezip içi boş Newyork Times Best Seller'ları okuyup, iç sesimle yaptığımız "ben de yazsam artık hiç fena olmaz" görüşmeleri elimi dürttü. İşte yeniden başladım; bu kadar kolay; yazıyorummm; evet evet oluyor galiba. Bu aşamada heyecanım "durabilir miyim acaba bir yerde" sorusunu bile getirdi. Neyse fazla karakter tüketip, sanal dünyamızda metinsel kirlilik yaratmayalım; bir an önce konumuza gelelim. Herşey, ilim irfan dolu bir AD-TECH konferansına gitme isteğiyle başladı. Ramazan ayı sonlarındaki 2 mübarek günde gerçekleştirilecek bu kutsal konferans, bayram tatili ile birleştirilerek 9 güne yuvarlanan bir Londra gezisi oluverdi.

Daha Büyük Britanya’ya adımını atmayan biri olarak ister istemez, vizesiydi; oteliydi, “oraya gitmişken herşeyi gezeyi” derdi derken yorucu ama keyifli bir heyecana gark oluverdi şu minik yüreğim ve büyük bedenim.

Istanbul'umuzun Yeşilköy / Atatürk Havalimanı’ndan 3 saat 55 dakikalık bir THY uçuşu ile Heatrow Airport’a oradan da gayet şık bir şekilde önce pasaport, ardından da hemen yürüyen merdiven ve asansör konforunda – elimde 1 adet çek-çek bavul, içinde şu anda klavyesine basmakta olduğum bu cici ama dönüşte başıma ciddi işler açacak 1 adet laptop ve yeşili ile laciverti birbirine özenle iliştirilmiş, vizelerden bir demet passaportlarım, paracıklarımın içinde bulunduğu 1 adet büyük sırt çantamla - Piccadilly Line üzerinden Birleşik Krallık'ın en güzide başkenti Londra'ya uzanalım.

Londra’yı çok sevdim; gerçekten sadece gezilecek değil, Istanbul’dan sonra “işte budur; burada yaşanır” dediğim 2.yer ( SF de birincisiydi ) Şimdi herkes baştan başta Londra yazacağımı düşünebilir. Hem günlerimi alır, hem de Kraliçe’sini, Diana’sını, Harrods’ı, ayısını, Big Ben’ini, Tower Bridge’ni, Nothing Hill’ini, “market”lerini, holigonlarını, Soho’sunu, London Eye’nı, “o”sunu, “bu”sunu biliyorsunuz ve / veya Lonely Planet vb. seyahat rehberlerinden, gezi sitelerinden ( mesela http://www.visitlondon.com/ ) ve hatta gezi bloglarından hatta benim de pek çok yararlandığım Borga Dinçler’in Yol Gidenindir’inden “Londra özel” okur, öğrenirsiniz.



Herşeyi bir kenara bırakın; ben Londra’da “Tube”a aşık oldum . Bilenler biliyor; bilmeyenler “nedir, kimdir bu Tube” diye soruyor. Şimdi bilenler susuyor; bilmeyenler benimle tabu oynuyor. Benim kartımda yasaklı tek bir kelime var; onu söylersem “ aaaaaaaaaa” olacaksınız. Ama hemen şimdi başlıyorum; Londra’da elim ayağımdı. Onsuz adım atamadım. Sadece benim mi? Londra insanının eli ayağı, onsuz olmuyor. Sadece Londoner’ların mı ? ( Londra’da yaşayanlara Londoner diyorlar efendim; hani az kalsın annemlerin benim de olmamdan korktukları ) Londra’ya gelen benim gibi tüm turistlerin keyif elçisi... Ahtapot gibi sarmış Londra’yı; eli kolu her yerde. Pek de dinamik ; gece yarılarına kadar sürekli benim için ayaktaydı garibim. Orası senin burası benim ; turist, halk seçmeksizin servis yaptı. Hatta o kadar başarılı ki ona benim gibi aşık olanlar için özel ürünleri var. Çok sevdikleri için dönerken memleketlerine hatıra götürsünler diye; tişörtleri var; mouse pad’leri, anahtarlıkları var ve hattaaaa kulağımda güzel güzel çınlayan; MIND THE GAP’i...

Tamam tamam; lafı daha fazla uzatmıyorum ve Londra aşkımı açıklıyorum. Londra’da “Tube” demek “metro” demek; metro demek “ hayat” demek... Onsuz ne yapardım oralarda.? Daha uçakta yanımdaki İngiliz teyzenin tutuşturduğu “tube map” ile başladı herşey. Öylesine karmaşık ve renkliydi ki Piccadilly’si, Discrict’i, Circle’ı, Northern’ı, Victoria’sı ve dahası ile taksilerin cehennem ateşiyle yaktığı, otobüslerin gideceğiniz yeri bilmedikten sonra hiçbir anlamı olmadığı Londra’da kurtuluşum oldu. Uçakta kara kara “ Allahım nasıl çözerim ben bunun dilini ?” diye düşünürken, bugün 9 günde “tube map expert “olup, belki de bir turist için en elzem olabilecek line’ları ve o line’lar üzerindeki istasyonları, o istasyonlardan nerelere, hangi mekanlara çıkılabileceğini olağanca çabamla keşfetmiş bulunuyorum. Üstelik bir oyun gibi ve çok zevkli. Optimum yolu bulmak için bulunduğunuz yerden istasyonları “ etüd” ediyorsunuz. Tek yapmanız gereken; nereye gitmek istediğinizi bilmek, haritada line’lara ve “ terminate” ettiği yerlere doğru bakıp istasyona geldiğinizde de “Mind The Gap” dahil tüm yönlendirmeleri dikkatli bir şekilde takip ederek metroya binmek... Ondan sonrası hızlı bir yolculuk. Üstelik size yardımcı olabilecek herşey de hazır; düzenli, planlı, doğru yönlendirmeli.... ve dahası işin içinden çıkamadınız mı? Pek yardımsever görevlilleri de var. “Underground” işaretli lacivert üniformaları ile zencisinden beyazına pek şekerler. Hem güvenlik, hem de bilgi açısından kesinlikle ve sadece onlara danışın derim.

Londra’dan nereye gidilir, napılır bahsetmicem; okursunuz dedim ama yine bu taze bilgileri “metro” bazında kısa da olsa paylaşmanın yararlı olacağını düşünüyorum. Çünkü kendi adıma en çok bilgiye ihtiyaç duydum; yani hangi line’da, hangi istasyon’da inersem o turistik Londra mekanlarına giderim. Klasik bir Londra turisti için en önemli line’lar batı –doğudakiler.... Bunlar da kesinlikle Central, Discrict, Circle ve Piccadilly ve biraz da Northern olacaktır.

Ünlü Hyde Park’a ya Piccadilly üzerinden adı üstünde Hyde Park Corner’dan ulaşacaksınız ya da Central line’dan Marble Arch’tan... Zaten Hyde Park’ın yanı başında benim Hyde Park’tan da çok sevdiğim Kensington Gardens var; mutlaka gidin, görün; kuğulara da benden selam söyleyin. Yine herkesin dilindeki ünlü alışveriş caddesi Oxford Street Central line üzerinde Marble Arch, Bond Street ve adı üstünde Oxford Circus’tan başlıyor. Aklınıza gelebilecek bütün ünlü markalar burada. Harvey Nichols ile Harrod’s’ı sorarsanız onlar Londra’nın Nişantaşı mekanları Kensington taraflarında kalır ve Knightsbridge istasyonunda yine Piccadilly Line ile ulaşılır. Yine National History Museum ve V & A Museum, Science Museum, Royal Albert Concert Hall gibi önemli müze ve mekanlara High Street Kensington istasyonundan çıkmak gerekiyor. Bu istasyon Circle ve District line için paralel bir keşişme noktası... Yani her ikisi de buradan geçiyor.

Biraz da yerel pazarları gezelim; Ctesi Portobello Market diyorsanız Nothing Hill istasyonundan ( yine o da tam bir kesişme noktası District, Circle, Central; üçü de geçer ) Pazar ise Camden Town Market’a Northern üzerinde Camden Town istasyonundan pek de güzel gidilir; bizzat ben kendim dedim. Her ikisini de görmeden dönmeyin.

Şimdi nehir kıyısına gelelim biraz; Parlamento ve hepimizin Big Ben diye bildiği ünlü saat kulesine Disctrict duruma göre Circle line’larında Westminister istasyonundan çıkacaksınız. Buradan köprüden geçip karşıda London Eye’ın oralara geçip hem Londra semalarında dolaşıp, hem de bol bol fotoğraf çekebilirsiniz. London Eye’ın yanından kıyı boyunca yürürseniz taaa St Paul Kathedrali karşına kadar İngilizlerin en ünlü pub’larından Anchor, Nando’s, Wagamama vb. yeme-içme mekanlarına ulaşabilir, bol manzaralı saatler geçirebilirsiniz. İster Parlamento’ya karşı, ister Tower Bridge’e. İsterseniz de Millenium köprüsünden karşıya Londra borsasının, finans dünyasının kalbine The City tarafına geçebilirsiniz.

Şehrin belki de en eski “Londra”sı buralar(mış). The City’ diye tabir edilen Bank, St. Paul ve Liverpool Street metro istasyonlarının olduğu yerler bizim İstanbul’daki Levent, İş Kuleler tadında mekanlara evsahipliği yapıyor. İş çıkışı happy-hour’ları için daha “iş” konuşalacaksa o bölgelerde ( örn. Corney & Borrow vb. yakın rest & pub’larda ), yok biraz daha efkar ya da kutlama varsa bizim az önce geçtiğimiz Millenium köprüsünden karşıya Waterloo, London Bridge taraflarına geçiliyor.

Onlar rakamlarla olan savaşları içinde buralarda ; peki ben, siz nerede eğlenebiliriz? Ben Soho’yu, bi de Covent Garden’ı sevdim. İkisine de Piccadilly Line’dan ulaşılıyor. Birine Tottenham Court Yard’tan aşağıya akın, birinin de adı üstünde istasyonun Covent Garden. Bitirirken kraliçeyi ziyaret etmeden dönmek istemezsiniz diye düşünerek onu da adresliyorum: District’ten Victoria yaptınız mı kime sorsanız gösteriyor kraliçemin evini ve güzel parkı St. James’i... Ha unutmadan bir de zamanım yetmediği için gidemediğim The British Museum var; ona da Tottenham Tottenham Court Yard Road’tan yukarıya doğru yürüyeceksiniz. Gidemedim ama öğrendim.

Londra bunlarla sınırlı değil; benim tube ile olan aşkım da. Daha biz ne keyifli saatler geçirdik, ne keyifli... Özlüyorum her bindiğim istasyonda; Mind The Gap, This is Piccadilly Line goes to Cockfoster :P Şaka bir yana; tüm bunları - bugün itibariyle 1 Pound’un 2.30 YTL ettiğini düşünürsek - Londra’da epey pahalıya mal olabilecek dakikalarınızı, saatlerinizi bunları düşünerek kaybetmeyin diye yardımcı olabilmek adına duramadım; paylaştım. Son bir kıyak olarak da "tube map"inizi de şu yazıya iliştirivereyim. Dahasını istemeyin; Londra'yı keşfetmenin keyfine siz de varın.

2 comments:

  1. pelinim canım kardeşim,
    her bir kelimende her bir satırında hatta klavyeye her dokunuşunda nasılda mutlu olduğun ve oralarda nasılda sen olduğun anlaşılıyor. Nefessiz okudum. bitanesin.

    ReplyDelete