02 January 2015

2015'e Taptaze Başlangıç

Aslında yıllardır yazıyorum ama kafamda...En son blog yazımın üzerinden tam 4 yıl geçmiş. 2015'i bahane edip yeniden başlayayım dedim ama bu iş ilham işi; gelmedikçe olmuyor. Hazır ilham perisi gelmişken yeniden başlayayım :) Benim için 2014'ün geniş özeti; soran dostlar için 2015'e güzel bir motivasyon olsun diye yıllar sonranın ilk paylaşımı "OOO Süper! Peki Nasıl Zayıfladın?" sorusunun cevabı.

Benimki zayıflamak değil sağlıklı yaşama "yeniden merhaba" demekti. Hedefim sıkıcı ve sert bir diyet değil uzun sürede ne yiyeceğini öğrenerek ideal kiloma kavuşmaktı... Bu bir süreç... O nedenle hemen bir parantez açayım: Hala bilimsel olarak ideale kavuşabilmiş değilim ama ruhen gerçekten fena hissetmiyorum. :)

Ne yedin de zayıfladın sorusu bende değil doktorunuzun, diyetisyeninizin önerilerinde olacak ama benim kendi kendimle mücadele ettiğim, çoğu kez Pazartesi başlayıp Salı günü bozmama neden olan şeylerden feyz alarak "nereden, nasıl başlayayım?" diyenlere önerilerimi paylaşmak isterim:

- Farkındalık/ Son aylarda inanılmaz kilo aldığımı hissediyordum ama bunu duymak işe yaradı. Nasıl mı? 2014'ün Anneler Günü'ydü. Kahvaltıya gittiğimiz mekanda garson arkadaş bana "sizinki de eli kulağında; anne sayılırsınız artık" deyip çiçek hediye edince garson yerine kendime kızmakla başladı her şey. "Ne densiz bir adam" demek yerine adama kibarca teşekkür ettim kafamda milyonlarca ışık yanarak!

- Takım Oyunu / Bu işi duygusal bağlarla bilimsel yönetmek en doğrusu. "Vucudunuzda neler oluyor"u anlayabileceğiniz bir kan testi için önce bir endokrin ve/veya dahiliye uzmanına görünüp onların mevcut durumunuzla ilgili tavsiyeleri üzerinden işe bir diyetisyenle devam etmek en önemlisi. Diyetisyen önemli ( Uzm. Dyt. Yasemin Batmaca'ya defalarca teşekkürler) ama sizin onun tavsiyelerinizi düzenli almanız ve uymanız "killer"...

- Kararlılık ve Hedef Koyma/ Günlerden 26 Mayıs Pazartesiydi ama tamamen denk geldi. İş kafada biter. Bir değişiklik yapıp bugün başlayın! :) Ve diyetisyeninizle mutlaka bir hedef ve ucuna da zaman planı koyun. Üstüne motivasyon olsun diye bir ödül sponsoru bulun. Eşiniz, sevgiliniz, anneniz, oğlunuz, kızınız, çok yakın arkadaşınız... Sizi sürekli motive edip aktivitelerinize eşlik edebilecek, sizi sürekli motive edebilecek, gerektiğinde birlikte yemeyecek, yediğinizde "dur bakalım" diyebilecek... Ben her verdiğim 1 kg için 1000 mil hedefiyle sponsorumdan 10.000 Avrupa seyahati, 15.000 mile Amerika seyahati istedim. Şimdi Amerika benim ama bu yıl için milleri çoğaltıp 20.000 ile Maldivler ya da Arjantin hayali içindeyim :)

- Odaklanma/ Bu iş odaklanma işi...Aynen başarmak istediğiniz bir proje gibi... Çalmak istediğiniz bir müzik aleti, almak istediğiniz bir araba, öğrenmek istediğiniz yeni bir dil gibi... Benim için bir dil gibi; zor ama hafif konuşmaya başlayıp güzelliklerini keşfettiğinizde daha da motive olup içine giriyorsunuz konunun. Elbette en önemlisi diyetisyeninizin söylediklerine, listeye uymanız ve onunla her şeyi dürüstçe paylaşmanız :) Özellikle de daha önce yemeye alışkın olmadığınız farklı tatlar içeren bir listeniz varsa... Alışveriş etmesi, yemeklerin hazırlanışı, garsona "bak sadece 1 kaşık zeytinyağı" diye uyarması, tatması ve tüm bunları sürekli yapmaya alışması bir süreç... Örneğin benim gibi çoğu sabahı bir Starbucks kahvesi geçiştiren biriyseniz sabah kalkar kalkmaz 2 kuru erik yiyip bol su içmek başlangıçta çok zor gelebilir. Naaptım? Alarm kurdum; bir uyanmak ve bir de erik için. ( Kuru erik yerine kuru kayısı da olur :) Hemen bir ipucu verelim o zaman? Sabah sabah arabayı çalıştırıp motoru ısıtmak misali ilk uyandığınızda vücuda yemek var; çalış sinyali vermek önemli.

- Az Az, Sık Sık/ Bunu defalarca söylemişlerdir; ben de pek inanmazdım. Hem doymayacağımı düşünür hem de yapmak çok zor gelirdi. Toplantı arasında nasıl yiyeceğimi düşünür, benim tuvalete gidecek vaktim yok vs. vs. derdim Bahane üretmek istersek çok... Bir öncedeki maddedeki gibi bunu bir iş gibi kabul edip odaklanarak sabırla her sabah ya da akşamdan günlük yemek çıkınını hazırlamak önemli. Yani klasik kahvaltı, öğle yemeği gibi öğünlerin yanısıra asıl konu - bir çoğumuzun yapamadığı için kilo aldığı- ara öğünler. Aslında zor değil; en önemlileri zaten kuruyemiş... Haftada/15te bir alışveriş etseniz çekmecenize koysanız yeter. Tabi avuç avuç yerine sayarak yemek şart. Hem daha tatlı oluyor. Yavaş yavaş keyfine vara vara :) 5 badem / 1 ceviz / 10 fındık - Seç beğen al. Duruma göre meyve, ayran ya da akşama doğru kepekli tost da kaymaklı ara öğünlerden vb. Tamamen diyetisyeninizin önereceği şekilde tükentin ama sanırım onun için de sorun olmayacak bir şey var ki "salatalık"... Bildiğimiz çengelköy bademi; küçük, yeşil ve diyetteyken pek sevimli geliyor; pek tok tutuyor. :)İçimde salatalık ağacı çıkacak diye korkuyordu karşımda oturan arkadaş. Dahası mı? Ara öğün kaçacak diye az dolmuşta ananas yiyip, toplantı sırasında salatalık kokusu duyulmasın diye kasmadım :) Ama değiyor inanın!

- Su mucize!/ Su ve sulu her şey bir mucize diyetlerde. Kilonuza göre günde 2,5-3 litre ( en az 7-8 bardak olmak üzere) su içmeniz kritik. Her yemekten önce 1-2 bardak şart. Aralarda da mutlaka için. Toksinlerden arınmak için su mucize. Bunu söylemek ayıp olacak belki ama içtiğinizle boşalttığınız su aynı renk olduğunca işe yaramış demektir :) Yine bitki çayları -yeşil çay, beyaz çayın da çok faydasını gördüğümü söyleyebilirim. Benim alerjim var ama tarçın da metobolizmada şeker regülasyonu açısından gerçekten olumlu etkiler yapıyor(muş) ama ben dediğim gibi pek kullanamadım :/ Mutlaka diyetisyeninize danışarak siyah çayın yanısıra bitki çaylarını da tüketin. Su konusunda bir istisna var burada: O da alkol... Diyetteyken mümkün olduğunca almayın. Hatta mümkünse mayalı olanları bira, şarap hiç almayın. Ben neredeyse - tatil kaçamağı dışında- hiç içmedim. Oldu da içtiniz asla sonrasında tatlı ya da meyve tüketmeyin. Alkolün kalorisinden çok bendeki etkisi insülin direncim olduğundan ertesi gün daha çok yeme hissiyatı yaratmasıydı. Tehlike burada!

- Günde en az 10.000 adım!/ Her ne kadar yediğimize, içtiğimize dikkat etsek de masa başı çalışanları için maalesef bu yetmiyor. Düzenli spor değil düzenli yürüyüş şart! İhtiyacınız olan bir rahat - spor ayakkabı, 1 akıllı telefon ve 1 adım uygulaması... Spor salonuna gidip, çok komplike aletlerle çalışmanıza gerek yok. Hiç olmadı mı? Şirkette, sitenin içinde yürüyün, metroda "yürümeyen merdiven"leri kullanın. Servisten 2 durak önce inin. Bunlar çok klasik gibi gelse de gerçekten işe yarıyor. Günde en az 10.000 adım ile çok daha dinamik hissederken zayıflayacaksınız. Daha iyi hissettiğinizi benim yöntemimle test edebilirsiniz: Eğer sabahları servise koşarken, metrodan hızla inerken nefes nefese daha az kalıyorsanız anlayın ki gelişme var :) Her gün daha iyi olacak. Hadi hafta içi 10K adımı tamamlayamadığım zamanlar oluyordu. Haftasonları ne güne duruyor? Çıkın, yürüyün, yağmur, soğuk demeden, sıkı giyinin yeter! İyi bir yürüyüş arkadaşını ve/veya en sevdiğiniz müzikleri sahil kenarı yürüyüşlerinize eklerseniz zinde olmanın kaymaklısı... İsteyene Belgrad Ormanı, Yıldız Parkı da gani gani...( Hala :))

- Üşenme, erteleme, vazgeçme/ Dİyelim ki arada kaçırdınız. İnsan hali oluyor. Hiç sorun değil; sakın bırakmayın. 1 günde kilo almazsınız ama 2 gün üst üste yaparsınız alırsınız. İpun ucu bir kaçarsa emeklerinize yazık! Hemen en hafif hissedebileceğiniz yiyecekler tüketin ( örn benim için güne meyvelı yoğurt, ananas ile başlamak), bol bol su için, bol bol sebze yiyin bir kaç gün :) Göreceksiniz ki tartı size yeniden gülümseyecek.

- Başlamak bitirmenin yarısı/ Her beden özeldir ve farklıdır. Bunlar tamamen benim kişisel düşünce ve deneyimlerim. Duygularınızın önderliğinde bilimsel yollardan ayrılmadan bedeniniz ve ruhunuz nasıl istiyorsa öyle yapın, zayıflayın, mutlu olun!

Sağlıklı ve kaybettiğinizin sadece kilolar olduğu ( isteyenler için :) harika bir 2015 olsun!

İyi Yıllar,

Pelin

13 November 2010

Kendisi küçük, gururu büyük meseleler :)

Bu aralar çevremde harika şeyler oluyor. Bitanecik Arzucuğum Can'ına kavuştu. Saçları 2 örgü hallerden bugüne yani Can bebekle tanıştığımız bugüne ulaşmak gerçekten harika. Senle bugün tanıştık :) Annen en güzel Barbie'sine bakar gibiydi. Hoşgeldin Can'ım oğlum.

Kendisi küçük ama yine gururu büyük diğer mesele: Bizim Gamzecik...Minicik kuzenim ( ona göre kocaman kız artık ) Taç'ın Desen Yarışması'nda dereceye girmekle kalmadı, ödül aldığı deseniyle Taç'ın kataloguna girdi :) Aşağıdaki linkte sayfa 88 ve sağdaki şahaneeee "ESER" :)) Gamzeciğimmmm tebrikler, tasarım aşkın daim, ilhamın sonsuz olsun :) !!!

Harikalardan göreceli olarak son şey ise hayal kuran, onu gerçekleştirmek için çabalayan ve bugünlerde hayallerine doğru Atlantik'e doğru yola çıkan ve dolayısıyla hayaller konusunda her zaman destek veren bir genel müdüre sahip olmak :) Hakan Gönenli yolun açık, rüzgarın bol olsun! Tüm izlenimlerinin yer alacağı ve Atlantik'i geçme heyecanını paylaşacağı Atlantik Güncesi'ni kaçırmayın!

Dediğim ya harika şeyler bitmez, şimdi Dubrovnik zamanı! Herkese iyi bayramlar ve iyi tatiler :))

05 October 2008

Londra'da Aşkımla Ben...

Hani içinden geçenleri, gördüklerini, edinimlerini, hissettiklerini somutlaştırma eylemi, hani şu aylardır tek çizik atılmayan zavallı blogumdakilere benzer şeyler... "Yazsana, yeniden yaz, bak çocuğum sen ne güzel yazıyordun; pek keyifliydi yazıların özledik" ve benzeri "yaz" baskıları arttı. Üstelik Paris senin, Londra benim gezip içi boş Newyork Times Best Seller'ları okuyup, iç sesimle yaptığımız "ben de yazsam artık hiç fena olmaz" görüşmeleri elimi dürttü. İşte yeniden başladım; bu kadar kolay; yazıyorummm; evet evet oluyor galiba. Bu aşamada heyecanım "durabilir miyim acaba bir yerde" sorusunu bile getirdi. Neyse fazla karakter tüketip, sanal dünyamızda metinsel kirlilik yaratmayalım; bir an önce konumuza gelelim. Herşey, ilim irfan dolu bir AD-TECH konferansına gitme isteğiyle başladı. Ramazan ayı sonlarındaki 2 mübarek günde gerçekleştirilecek bu kutsal konferans, bayram tatili ile birleştirilerek 9 güne yuvarlanan bir Londra gezisi oluverdi.

Daha Büyük Britanya’ya adımını atmayan biri olarak ister istemez, vizesiydi; oteliydi, “oraya gitmişken herşeyi gezeyi” derdi derken yorucu ama keyifli bir heyecana gark oluverdi şu minik yüreğim ve büyük bedenim.

Istanbul'umuzun Yeşilköy / Atatürk Havalimanı’ndan 3 saat 55 dakikalık bir THY uçuşu ile Heatrow Airport’a oradan da gayet şık bir şekilde önce pasaport, ardından da hemen yürüyen merdiven ve asansör konforunda – elimde 1 adet çek-çek bavul, içinde şu anda klavyesine basmakta olduğum bu cici ama dönüşte başıma ciddi işler açacak 1 adet laptop ve yeşili ile laciverti birbirine özenle iliştirilmiş, vizelerden bir demet passaportlarım, paracıklarımın içinde bulunduğu 1 adet büyük sırt çantamla - Piccadilly Line üzerinden Birleşik Krallık'ın en güzide başkenti Londra'ya uzanalım.

Londra’yı çok sevdim; gerçekten sadece gezilecek değil, Istanbul’dan sonra “işte budur; burada yaşanır” dediğim 2.yer ( SF de birincisiydi ) Şimdi herkes baştan başta Londra yazacağımı düşünebilir. Hem günlerimi alır, hem de Kraliçe’sini, Diana’sını, Harrods’ı, ayısını, Big Ben’ini, Tower Bridge’ni, Nothing Hill’ini, “market”lerini, holigonlarını, Soho’sunu, London Eye’nı, “o”sunu, “bu”sunu biliyorsunuz ve / veya Lonely Planet vb. seyahat rehberlerinden, gezi sitelerinden ( mesela http://www.visitlondon.com/ ) ve hatta gezi bloglarından hatta benim de pek çok yararlandığım Borga Dinçler’in Yol Gidenindir’inden “Londra özel” okur, öğrenirsiniz.



Herşeyi bir kenara bırakın; ben Londra’da “Tube”a aşık oldum . Bilenler biliyor; bilmeyenler “nedir, kimdir bu Tube” diye soruyor. Şimdi bilenler susuyor; bilmeyenler benimle tabu oynuyor. Benim kartımda yasaklı tek bir kelime var; onu söylersem “ aaaaaaaaaa” olacaksınız. Ama hemen şimdi başlıyorum; Londra’da elim ayağımdı. Onsuz adım atamadım. Sadece benim mi? Londra insanının eli ayağı, onsuz olmuyor. Sadece Londoner’ların mı ? ( Londra’da yaşayanlara Londoner diyorlar efendim; hani az kalsın annemlerin benim de olmamdan korktukları ) Londra’ya gelen benim gibi tüm turistlerin keyif elçisi... Ahtapot gibi sarmış Londra’yı; eli kolu her yerde. Pek de dinamik ; gece yarılarına kadar sürekli benim için ayaktaydı garibim. Orası senin burası benim ; turist, halk seçmeksizin servis yaptı. Hatta o kadar başarılı ki ona benim gibi aşık olanlar için özel ürünleri var. Çok sevdikleri için dönerken memleketlerine hatıra götürsünler diye; tişörtleri var; mouse pad’leri, anahtarlıkları var ve hattaaaa kulağımda güzel güzel çınlayan; MIND THE GAP’i...

Tamam tamam; lafı daha fazla uzatmıyorum ve Londra aşkımı açıklıyorum. Londra’da “Tube” demek “metro” demek; metro demek “ hayat” demek... Onsuz ne yapardım oralarda.? Daha uçakta yanımdaki İngiliz teyzenin tutuşturduğu “tube map” ile başladı herşey. Öylesine karmaşık ve renkliydi ki Piccadilly’si, Discrict’i, Circle’ı, Northern’ı, Victoria’sı ve dahası ile taksilerin cehennem ateşiyle yaktığı, otobüslerin gideceğiniz yeri bilmedikten sonra hiçbir anlamı olmadığı Londra’da kurtuluşum oldu. Uçakta kara kara “ Allahım nasıl çözerim ben bunun dilini ?” diye düşünürken, bugün 9 günde “tube map expert “olup, belki de bir turist için en elzem olabilecek line’ları ve o line’lar üzerindeki istasyonları, o istasyonlardan nerelere, hangi mekanlara çıkılabileceğini olağanca çabamla keşfetmiş bulunuyorum. Üstelik bir oyun gibi ve çok zevkli. Optimum yolu bulmak için bulunduğunuz yerden istasyonları “ etüd” ediyorsunuz. Tek yapmanız gereken; nereye gitmek istediğinizi bilmek, haritada line’lara ve “ terminate” ettiği yerlere doğru bakıp istasyona geldiğinizde de “Mind The Gap” dahil tüm yönlendirmeleri dikkatli bir şekilde takip ederek metroya binmek... Ondan sonrası hızlı bir yolculuk. Üstelik size yardımcı olabilecek herşey de hazır; düzenli, planlı, doğru yönlendirmeli.... ve dahası işin içinden çıkamadınız mı? Pek yardımsever görevlilleri de var. “Underground” işaretli lacivert üniformaları ile zencisinden beyazına pek şekerler. Hem güvenlik, hem de bilgi açısından kesinlikle ve sadece onlara danışın derim.

Londra’dan nereye gidilir, napılır bahsetmicem; okursunuz dedim ama yine bu taze bilgileri “metro” bazında kısa da olsa paylaşmanın yararlı olacağını düşünüyorum. Çünkü kendi adıma en çok bilgiye ihtiyaç duydum; yani hangi line’da, hangi istasyon’da inersem o turistik Londra mekanlarına giderim. Klasik bir Londra turisti için en önemli line’lar batı –doğudakiler.... Bunlar da kesinlikle Central, Discrict, Circle ve Piccadilly ve biraz da Northern olacaktır.

Ünlü Hyde Park’a ya Piccadilly üzerinden adı üstünde Hyde Park Corner’dan ulaşacaksınız ya da Central line’dan Marble Arch’tan... Zaten Hyde Park’ın yanı başında benim Hyde Park’tan da çok sevdiğim Kensington Gardens var; mutlaka gidin, görün; kuğulara da benden selam söyleyin. Yine herkesin dilindeki ünlü alışveriş caddesi Oxford Street Central line üzerinde Marble Arch, Bond Street ve adı üstünde Oxford Circus’tan başlıyor. Aklınıza gelebilecek bütün ünlü markalar burada. Harvey Nichols ile Harrod’s’ı sorarsanız onlar Londra’nın Nişantaşı mekanları Kensington taraflarında kalır ve Knightsbridge istasyonunda yine Piccadilly Line ile ulaşılır. Yine National History Museum ve V & A Museum, Science Museum, Royal Albert Concert Hall gibi önemli müze ve mekanlara High Street Kensington istasyonundan çıkmak gerekiyor. Bu istasyon Circle ve District line için paralel bir keşişme noktası... Yani her ikisi de buradan geçiyor.

Biraz da yerel pazarları gezelim; Ctesi Portobello Market diyorsanız Nothing Hill istasyonundan ( yine o da tam bir kesişme noktası District, Circle, Central; üçü de geçer ) Pazar ise Camden Town Market’a Northern üzerinde Camden Town istasyonundan pek de güzel gidilir; bizzat ben kendim dedim. Her ikisini de görmeden dönmeyin.

Şimdi nehir kıyısına gelelim biraz; Parlamento ve hepimizin Big Ben diye bildiği ünlü saat kulesine Disctrict duruma göre Circle line’larında Westminister istasyonundan çıkacaksınız. Buradan köprüden geçip karşıda London Eye’ın oralara geçip hem Londra semalarında dolaşıp, hem de bol bol fotoğraf çekebilirsiniz. London Eye’ın yanından kıyı boyunca yürürseniz taaa St Paul Kathedrali karşına kadar İngilizlerin en ünlü pub’larından Anchor, Nando’s, Wagamama vb. yeme-içme mekanlarına ulaşabilir, bol manzaralı saatler geçirebilirsiniz. İster Parlamento’ya karşı, ister Tower Bridge’e. İsterseniz de Millenium köprüsünden karşıya Londra borsasının, finans dünyasının kalbine The City tarafına geçebilirsiniz.

Şehrin belki de en eski “Londra”sı buralar(mış). The City’ diye tabir edilen Bank, St. Paul ve Liverpool Street metro istasyonlarının olduğu yerler bizim İstanbul’daki Levent, İş Kuleler tadında mekanlara evsahipliği yapıyor. İş çıkışı happy-hour’ları için daha “iş” konuşalacaksa o bölgelerde ( örn. Corney & Borrow vb. yakın rest & pub’larda ), yok biraz daha efkar ya da kutlama varsa bizim az önce geçtiğimiz Millenium köprüsünden karşıya Waterloo, London Bridge taraflarına geçiliyor.

Onlar rakamlarla olan savaşları içinde buralarda ; peki ben, siz nerede eğlenebiliriz? Ben Soho’yu, bi de Covent Garden’ı sevdim. İkisine de Piccadilly Line’dan ulaşılıyor. Birine Tottenham Court Yard’tan aşağıya akın, birinin de adı üstünde istasyonun Covent Garden. Bitirirken kraliçeyi ziyaret etmeden dönmek istemezsiniz diye düşünerek onu da adresliyorum: District’ten Victoria yaptınız mı kime sorsanız gösteriyor kraliçemin evini ve güzel parkı St. James’i... Ha unutmadan bir de zamanım yetmediği için gidemediğim The British Museum var; ona da Tottenham Tottenham Court Yard Road’tan yukarıya doğru yürüyeceksiniz. Gidemedim ama öğrendim.

Londra bunlarla sınırlı değil; benim tube ile olan aşkım da. Daha biz ne keyifli saatler geçirdik, ne keyifli... Özlüyorum her bindiğim istasyonda; Mind The Gap, This is Piccadilly Line goes to Cockfoster :P Şaka bir yana; tüm bunları - bugün itibariyle 1 Pound’un 2.30 YTL ettiğini düşünürsek - Londra’da epey pahalıya mal olabilecek dakikalarınızı, saatlerinizi bunları düşünerek kaybetmeyin diye yardımcı olabilmek adına duramadım; paylaştım. Son bir kıyak olarak da "tube map"inizi de şu yazıya iliştirivereyim. Dahasını istemeyin; Londra'yı keşfetmenin keyfine siz de varın.

20 July 2008

Tersine Yaşamak - Can Yücel'den...

Bazen yaşamı tersinden yaşamak, bazen yaşama tersinden bakmak güzeldir.
Bakın neden güzel?

Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş seklidir…
Şüphesiz ki yaşamı tersten yaşamak daha güzel, hatta mükemmel olurdu.
Nasıl mı?

Camide uyanıyorsunuz. Bir tahta sandık içerisinde, herkes karşınızda saf durmuş, iyiliğinize dua ediyor ve tüm haklar helal edilmiş vaziyette tabuttan doğruluyorsunuz, yaşlı, olgun, ve ağırbaşlı olarak.

Herkes etrafınızda, büyük bir itibar, iltifatlar, çocuklar torunlar hepsi hazır.
Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz. Doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor, aylık veya üç ayda bir maaşınızı alıyorsunuz. Ne güzel, hazır maaş, hazır ev…
Altmışlı yaslara kadar garanti, huzur içinde yaşıyorsunuz. Sağlığınız gittikçe düzeliyor, kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz.

Bir gün çalışmak istiyorsunuz ve ise ilk başladığınız gün size hoş geldin hediyesi olarak bir plaket ve altın kol saati veriyor patronunuz.. ve genel müdürlük veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir insan olarak ise başlıyorsunuz.
Herkes karsınızda el pençe divan…

Vücudunuzda da bazı hoşa giden hareketler de başlıyor.
Gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz. Diğer hormonal faaliyetler de artıyor, fevkalade…..aman ne güzel günler başlıyor… Derken bir gün patron size artık üniversiteye gitsen daha iyi olur diyor. Bu arada babanız ortaya çıkmış, 'fazla çalıştın' diyor 'artık eve dön, işi bırak, okumaya basla, harçlığın benden olsun…' Keyfe bakar mısınız?

Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor. Ekmek elden, su gölden bir dönem başlıyor.
Partiler, diskotekler, kızların sayısı artıyor. Derken anne ve babanız sizi götürüp getirmeye başlıyor, araba kullanma derdi de yok artık…. Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar, 'evde otur, keyfine bak, oyuncaklarınla oyna' diyorlar.

Mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman altınızı bile temizliyorlar, hatta bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz. Derken anneniz bir gün size süt verme kararını alıyor ve başka bir keyifli dönem başlıyor. Mama artık her yerde, her an ve en taze şeklinde hazır. Bir gün karanlık ılık ve sıcak bir ortama giriyorsunuz. Beslenmek için ağzınızı açmaya dahi gerek yok, bir kordondan besleniyor, sıcacık, yumuşacık, gürültü ve patırtısız bir ortamda yaşıyorsunuz.
Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini alıyorsunuz.

Veeeeee…. En güzeli deeee……
Günün birinde müthiş keyifli bir geceyle hayatiniz bitiyor…

Can YÜCEL

09 March 2008

Sen Hiç "Kadın Şarkıları" Söyledin mi?


Her günün benim, bizim olduğunu bilsem de, 8 Mart'ta garip bir şekilde kutlanmak, çiçeklenmek istiyor, bu güzel günün bahanesiyle "benim cemrem düştü, ohhh bahar geldi" hissini doya doya yaşıyorum. İşte böyle bir haftasonuydu: Nevizade'ye baharı ofistekilerle Cuma akşamı getirdik, 2-3 kadeh Yeşil Efe ile keyiflendik. Cumartesi ise, tüm kadınların, tüm mutlu olmayı hak edenlerin günüydü ama en çok da canım Müge'min günüydü. Avni, Dünya Kadınlar Günü'nde " hayatının kadını"na kavuştu.

Peki bu kadarla kalır mıyım? Hayır. Kadınlar Günü'nü doya doya kutlayacağım ya. Bendeniz "apolitik insan" meydanlara değil, kendimi attım Ghetto'nun sahnesine. Sahnede " Kadın Şarkıları" ile Levent Yüksel; Tuana'dan Ayrılmam'a, Beni Unutma'dan Haram Geceler'e, Beni Benimle Bırak'a onlarcası... Hep bir ağızdan " kadın şarkıları" söyledik. Hem koromouz, hem de Levent Yüksel sesiyle, yorumuyla inanılmazdı. Bir de konser boyunca benim için görsel şov ve sonundaki "Unutamam" kaymağı ile Mustafa Ceceli!!! En kısa zamanda bir kopyasını bizim eve postalayın lütfen.

Ebruş ile aşk dolu şarkılarla yoğrulmuş konserden çıkarken, erkeklerden ve Bostancı'daki çöp şiş dürümden hıncımızı almayı ihmal etmedik. Levent Yüksel'in dediği gibi, bir gün değil her gün bizim günümüz! Her günümüzü kutlanacak hale getirmek ise bizim elimizde... Kadınlar Günü'müz Kutlu Olsun!

29 April 2007

Kaç Kişiymişiz?

Kırklareli'den 80'lik Fatma Teyzem "Ölüceğimi bilsem yine de gelecektim. Çünkü Cumhuriyet'i seviyorum." diyor. Fatma Teyze ve milyonlarca coşkulu yürek Çağlayan'da... Fazla söze gerek yok. Şimdi kaç kişiymişiz? Saydınız mı?



23 April 2007

Google bize logo yaptı

Bugün 23 Nisan; neşe doluyor insan!


15 April 2007

"Koç" gibi bir rehberiniz oldu!


Neredeyse koca bir sene oldu. Elimi sürmedim şu günlüğüme... Ara sıra niyetlenmeler, baskılar özellikle Niloş'un ısrarı ve içimdeki yazma tutkusu...; hiçbiri "doğum koçu" kadar başarılı olamadı.

Peki nedir bu "doğum koçu" ? Çok basit bir tanımlama olarak " Hamile Rehberlik Hizmetleri". Yaşamımızı " koç"lara bu kadar bağlamışken, bir de anneliğe hazırlanma sürecimizi "koç"lamak lazım.

Cenin pozisyonundan anne kucağına gelmek öyle kolay değil. 9 ay 10 günlük serüvene artık Ayşe Öner gibi doğum koçları rehberlik ediyor. Başta Gülben Ergen, Leyla Alaton gibi ünlülerimiz olmak üzere, birçok anne adayı hamilelik sürecinde rehber hizmeti alıyor. Doğum fotoğrafçıları furyasından sonra doğum koçları da hayatımıza böylece girmiş oldu.

Peki ne yapıyor bu "doğum koçu?" Kuş mu konduruyor? diyerek söze başlarsam doğum koçlarına ilişkin ne türlü hisler içinde olduğumu ortaya koyacak. O nedenle hemen Ayşe Hanım'ın web sitesinden alıntıyla kendi ağzından duyalım: "Bebeğiniz size verilen en muhteşem hediyedir ve ben 1989'dan beri bu muhteşem hediyeye en sağlıklı şartlarda kavuşabilmeniz için bilgilerimi ve deneyimlerimi sizlerle paylaşmaya çalışıyorum." İçeriğini pek bilmesem de - eminim bilimsel dayanağı olan öğretiler mutlaka vardır- eskinin anne & kayınvalide tavsiyeleri, bugün para ödemeye değer bulduğumuz rehberlik hizmetlerine dönüşüverdi. 9 aylık süreci kitaplar, hastanelerin anne & baba eğitim programlarından sonra bir de böyle rehberlik hizmeti ile desteklemek işi artık dileyen anne adaylarının hizmetinde. Parası olan, tercih eden herkes bu servisi alabilir. Günümüz anne adaylarına koca ilgisi, şefkati tam, anne & babalar çevrelerinde pervane. Ne diyelim? Şimdiki hamileler çok şanslı...

Peki "eski kadın"ların günahı neydi acaba? Değil "koç" ile çalışmak, onlar "koç gibi bir oğlan" getirmezlerse vaydı hallerine. Unutmadan bu özel doğum koçlarının söz meclisten dışarı "fırlama" versiyonlarımız için ne türlü yaratıcı öğretileri var acaba? Şu merakımı giderecek biri varsa lütfen paylaşsın.